TAHTA ARABA
Sessizlik
koğuşun taş duvarlarına sinmiş, derin iç çekmeler ve dillere misafir olmuş
duaların mırıltıları da ona yoldaşlık etmeye başlamıştı. Gecenin bu saatlerinde
yataklara uzanmış bedenler sükûta bürünse de zihinler boş durmuyor, yıllar
üzerine devrilse de yakıcılığından bir şey kaybetmeyen anıları önümüze
sürüyordu.
Koğuşta
boğucu bir sessizlik hâkimdi. Gürültülü bir sessizlik. Simalarda, derin iç
çekmelerde, yastıklara damlayan sıcak gözyaşlarında çığlık çığlığa bağırıyordu
hasret. Kulaklar duymuyordu belki, ama hissediyordu insan.
Büyük taş
binada bana ait tek şey olan iskemlemde otururken gözlerimi koğuşun küçük, dar
ama bir o kadar her şeyi olan penceresinden dışarıya dikmiş, karanlık gökyüzünü
izliyordum. Yılların bana sunduğu bu alışkanlık, kendimi her gece burada
bulmama neden oluyordu.
Ama bu gece
diğer gecelerden farklıydı. Daha gerçekçi, daha yakıcı ve daha karanlık. Bu
geceye bir veda gömülüydü.
Buraya
adımımı attığım ilk gün zihnime düşerken yüzümde çelimsiz bir tebessüm doğdu.
“Kolumu alelade bir şekilde kavramış olan gardiyanla birlikte dar
koridorda yürürken adımlarımız taş duvarlarda yankılanıyordu. Bu sesler bana
bir ay önce hastane koridorunda yankılanan telaşlı adımlarımı hatırlatmıştı.
Bir ay önce hastane koridorunda adım seslerimle birlikte yankılanan bir ses
daha vardı. Çığlık çığlığa ağlayan bebeğimin sesi. Onun tazecik süt kokusunu
duyar gibi olduğumda içim özlemle titredi. Küçücük bedeni, masum yüzü aklımdan
çıkmazken anıların ağırlığı adımlarımı yavaşlatmış olacak ki gardiyan koluma
asıldı. Adımlarımı hızlandırırken Mehmet’e veda etmeden önce koynuma
sokuluşunu, küçük ağzını oynatışını aklımdan çıkaramıyordum.
Yanımdaki adam yıllarımı
eskiteceğim koğuşa beni sokmadan hemen önce yüzümde, zihnimdeki anıların yansıması
olan bir tebessüm peyda olmuştu. Gardiyanın kapıyı arkamdan kapatmasının
ardından ayaklanan birkaç kişi omzumu sıvazlayıp “Allah kurtarsın kardeşim.”
diye dua ederken küçük bir baş selamıyla ve “Âmin.” diye mırıldanarak bana
gösterilen yatağa doğru ilerledim. 18 yıl baş koyacağım yastık, anıların
kıskacında çırpınacağım geceler bu yatakta gizliydi.”
Anılardan
sıyrılırken sadece yeni doğmuş bir bebekken izleyebildiğim, kokusunu içine
çekebildiğim; beni hiç göremese de varlığımdan haberi olan oğlumun hediyesi
olan iskemleden kalkarken koğuşu sabah ezanının huzurlu sesi doldurmuştu.
İskemleyi bir elimle kaldırıp dün akşamdan hazır ettiğim, içine hatıraları da
sıkıştırdığım bavulumun yanına bıraktım. Ezan bittiğinde koğuşta yerde sürünen
terliklerin sesleri duyulmaya başlamış, uyku mahmurluğundaki bedenler abdest
almak için sıraya girmişti.
Yatağımın
ayakucunda duran seccademe uzanırken saflarda sıraya girmeye başlamış güzel
insanlara baktım. Hemen yan koğuşumuzda insanların hayatlarına kastetmiş
acımasız katiller, masum insanları kandıran dolandırıcılar, hırsızlar vardı.
Onların da cezaları bizim gibi yıllarca bu taş binaya hapsolmaktı.
Bu
koğuştaysa onların aksine inandıkları dini yaşamak, yaşatmak, savunmak için
çabalayan, haksızlıklara karşı zalimlerin karşısında durmaya çalışan insanlar
ve bu insanların ellerinden alınan özgürlükleri vardı. Kaybolan yılları,
babasız kalan çocukları, can yakıcı ıstırapları vardı. Seccademi serip cebimden
takkemi çıkarırken bu insanların refaha kavuşmasının yakın olması için dua
ediyordum.
Buradaki
son namazımı kıldıktan sonra uzun bir süre seccademin üstünde oturdum.
Yanımdaki insanlar birer birer köşelerine çekilirken, koğuşta uyuyan kimse
kalmamıştı.
Sessiz bir
anlaşma yapılmıştı yıllar önce. Kimse üzerine güneşi doğdurmaz, sabah
namazından sonra el birliğiyle kahvaltı hazırlanırdı. Ocağın ütünde ince ince
duman sızdırarak kaynayan çaydanlık, dışarıdaki seher vakti öten bülbüllerin
güzel sesi, dillerdeki zikirler… Koğuşta yeni bir gün başlarken benim için koca
bir defter sonlanıyordu.
Duamı edip
yılların getirisiyle yıpranan seccademi katlayıp bavuluma iliştirdim. Demlenen
çaydan bir bardak doldurup tahta masaya otururken hatırımda bebekliği kalmış
oğlumu, güzel yüzlü karımı hatırlıyor; içimdeki burukluk ve heyecan arasında
kayboluyordum.
Dakikalar
saat olup üzerimize yağarken koğuştaki herkesle tek tek vedalaşıp, helallik
almıştım. Hayatlarımızın aynı yola düştüğü bu insanlarla yıllar aramızda gönül
bağı oluşturmuştu. Aynı dava için mücadele eden bu insanların ruhları birbirine
kader ipliğiyle bağlanmıştı.
Bir elime
iskemlemi, diğer elime de bavulumu alırken yatağımı başucunda duran el yapımı
tahta arabayı da kolumun altına koymuştum. Koğuşun demir kapısı açılmadan hemen
önce yıllarımın geçtiği dört duvara uzun uzun baktım. 18 yılla doluydu bu
taşların arası, kırlaşan sakallarıma, gözyaşlarıma, dualarıma şahitlik etmişti
bu duvarlar. “Allah’a emanet olun. Hakkınızı helal edin.” deyip gardiyanın
açtığı kapıdan çıkarken bu sefer bu kapıdan yolunu her gün arşınladığımız avluda
yürümek için değil, kendi hayatıma yürümek için çıktığım gerçeğini fısıldıyordu
zihnim.
Kapıda
dikilen gardiyanla birlikte koridorda ilerlerken yıllar önce buraya gelirken
adımladığım bu koridordaki halimi düşündüm. Taze baba olmanın heyecanı kursağımda
bırakılmış, çocuğumun kokusunu doya doya içime çekememiştim. Şimdi o halimin
üzerinden seneler geçmiş olsa da Mehmet zihnimde hala beşikte bıraktığım o
masum bebek olarak canlanıyordu. Fatma’nın yazdığım onlarca mektuba cevap
olarak gönderdiği birkaç mektubun kenarına iliştirebildiği resimlerden az çok
tanıyordum simasını Mehmet’in. Ama en son gördüğüm fotoğrafı bile 8 yıl
öncesine aitti. Fotoğraftaki hali hayal meyal gözümün önüne gelirken içim
özlemle kabardı.
Hapishanenin
çıkışına geldiğimizde demir kapı büyük bir gürültüyle açıldı. Adımımı dışarıya
attığımda kapının biraz uzağında sağ tarafımda bekleyen yılların güzelliğine
dokunamadığı Fatma’yı gördüm ilk önce. Yüzündeki derin çizgiler geçen yılları
hatırlatsa da gözlerindeki parıltılar aynıydı. Onun gözleri sağına kaydığında
ben de bakışlarıma o tarafa çevirdim. Hemen yanında gençliğimin neredeyse
aynısı olan uzun boylu delikanlıyla göz göze geldiğimde sağ gözümden kopan yaş
yanağımdan süzüldü. Elimdeki bavulu ve iskemleyi yere bıraktım. Oğlum büyük adımlarla
bana doğru gelirken dolan gözlerim görüşümü bulanıklaştırmıştı. Gözlerimi
hızlıca silerken hasret olduğum yüzünü göremeyecek olmanın telaşı sarmıştı
içimi. Kollarımı araladığımda kocaman adam olsa da benim gözümde hala beşikte bırakmak
zorunda kaldığım minik yavru olan Mehmet’im kollarımın arasına girdi.
Güzel
gözlerinden akan yaşlar boynumu ıslatırken “Baba.” diye fısıldayışı doldu
kulaklarıma. Sanki yıllardır duymayı beklediğim, hasret kaldığım tek kelime oymuşçasına
beynimin duvarlarında yankılandı bu kelime. Benden yavaşça ayrıldığında
elimdeki tahtadan yapılmış arabaya dokundu gözleri. Çehresi aydınlanıp gözleri
gözlerimi bulduğunda onun da unutmadığını anlamıştım o günü. Fatma’nın
mektubunda geçen satırlar zihnimde yankılanırken oğlumun ellerinde görmeyi
tasavvur ederek yaptığım tahta arabaya bakıyordum.
“Bugün Mehmet okuldan ağlayarak geldi ilk defa. “Benim babam nerede?”
diye ilk defa bu kadar canımı acıtan bir şekilde içten sordu. “Arkadaşlarımın
babaları onlara oyuncak yapıyor, okuldan alıyor.” dedi. Uykuya dalana kadar hıçkırıklarının arasında
“Babam nerede anne?” diye sayıkladı durdu. “
Yıllar
sadece benim özgürlüğümü değil, küçük bir çocuğun babasını da elinden almıştı.
Bu tahta araba babasız geçen çocukluğun sahibine, çocuğundan ayrı bırakılan
babadan hediyeydi.
Ümmügülsüm E.
12 Ekim 2017
Yorumlar
Yorum Gönder