ŞİMAL- 6.BÖLÜM:"ÇARESİZLİK" (Part 1)


Bölüm şarkısı; Red - Hold Me Now

6.BÖLÜM: “ÇARESİZLİK” (Part 1)
  
   Uçsuz bucaksız uzanan çorak arazide gözlerimi gezdirirken tam tepede olan, çıplak ayaklarımın altında kavrulan kurak toprağı ısıtan güneş; her nefes alışımda ciğerlerime çektiğim boğucu ve sıcak havaya rağmen her esişinde tüm vücudumu içten titreten keskin rüzgârdan başka yanımda sadece yalnızlığın olduğunu hissettim. Sanki rüzgârın sesi kulağıma bilmediğim dilde bir şeyler fısıldıyor, ben anlam veremesem de zihnimde anlam kazanıyor gibiydi.
   
   Ayaklarım benden bağımsız hareket ettiğinde ufukta, soluk toprak rengine bürünmüş yerle, griye çalan gökyüzünün buluştuğu noktaya doğru ilerlemeye başladım. Çıplak ayaklarımın altında hissettiğim kavurucu topraktan vücuduma süzülen sıcaklık, esen soğuk rüzgârla büyük bir tezat içerisindeydi. Bedenim soğukla titrerken toprağın sıcaklığıyla sarmalanıyordu.

   Üzerimdeki bileklerime kadar uzanan beyaz elbisenin bol etekleri esen rüzgârla uçuşurken omzumdan dökülen saçlarımda onlara eşlik ediyordu. Yakıcı sıcağa rağmen sürekli esen soğuk rüzgâr aklımı karıştırsa da yürümeye devam ettim.  Her adımımda maviliği griye bulanmış gökyüzüne yaklaşırken gözlerimi kapayıp açtığım birkaç saniye de önümde yeşilliğe bürünmüş bir kırın uzandığını gördüm. Kurak arazi yok olmuş, usulca akan dere ve yemyeşil bir çayırlıkla baş başa kalmıştım. Bulunduğum anın zihnimin bir oyunu olduğu düşüncesi zihnime sızarken yaşadığım değişimin şaşkınlığından kurtulmaya çalışıyordum.

   “Kızım.” Kulaklarıma hasret kaldığım ses dolduğunda soğuk rüzgârla titreyen bedenim bu sefer özlemle titredi. Titreyen yalnızca bedenim değildi, tüm benliğim titriyordu. Göz kapaklarım istemsizce kapanırken sesini, bana kızım derken ki şefkate bulanmış sesini, tekrar duyma isteğiyle kavruldum. “Kızım.” saniyeler sonra aynı ses tekrardan kulaklarımda yankılandığında arkamı döndüm ve tereddütle gözlerimi açtım.

   Gözlerim merhametle bezeli güzel gözlere değdiğinde iki göğsümün ortasında derin bir sızı hissettim. Boğazıma dayanan hıçkırıkları bastırırken yanağımdan kayan birkaç damlaya engel olamamıştım. Karşımdaydı. Bana bakıyor, gülümsüyor, kızım diyordu. O gözler benim için parıldıyordu. “Şimal.” İsmimi söylemesiyle dudaklarıma dayanan hıçkırıklardan biri ağzımdan firar etti. “Hadi kızım.”

   “Yapma.” diye tüm gücümle bağırmak istiyordum. “Bana bunu yapma.”
Zihnim ustaca hazırladığı oyunu önüme sunarken gerçekle hayalin karışmasına ramak kalmıştı. Kapıldığımı hissediyordum. Canım yanacaktı, bunu bilmeme rağmen anneme doğru bir adım attım. Çok özlemiştim. Nefesimi kesecek kadar çok.

    Hıçkıra hıçkıra ağlarken bir yandan da yüzümü yıkayan gözyaşlarımı silmeye çalışıyordum. Görüşüm bulanıklaşırsa hasret kaldığım yüzünü izleyemezdim. Gözlerimi kurulamaya çalışırken gözyaşlarım bana inat hızla süzülüyorlardı. Annem benden uzaklaşıp yere yayılmış örtüye otururken örtünün üstündeki tabaklar dikkatimi çekti. Sahnenin tanıdıklığı içimi dağlarken gözlerimi usulca dere kenarına çevirdim. Elindeki soğuması için dereye bıraktığı suları sallayarak, yüzündeki sıcacık gülümsemesiyle bize doğru gelen babama bakarken yüzümde çelimsiz bir tebessüm doğdu.

   Babamda annemin yanındaki yerini aldığında yüzümdeki gözyaşlarımı silmeye çalışan ellerim iki yanıma düştü. Şimdi yanaklarımdan süzülen gözyaşlarıyla onları izliyordum. Acaba kollarının altına girsem giderler miydi? Onlara dokunsam kaybolurlar mıydı?

   Korkuyordum. Onlara dokunmaya, yanlarına gitmeye, sarılmaya korkuyordum. Korku çaresizlikle harmanlanmış, ruhuma yağıyordu. Sanki korkunun ellerinde ruhum bir kukla olmuştu, onların kollarına atılmak istedikçe korku iplere asılıp beni engelliyordu. Uzuvlarıma bağlanmış, korkunun ellerinde olan ipler çaresizlikten yapılmaydı. Her çekilişlerinde acı süzülüyordu bileklerimden.

   Annemin üzerimde gezinen harelerine endişe yayılmaya başladığında yerden destek alıp usulca yerinden kalktı ve bana yaklaşmaya başladı. Bir yanım o bana gelmeden ona konuşup kollarına arasına girmek, göğsünde soluğum kesilene kadar ağlamak istese de diğer yanım “Gelme.” diye bağırmak istiyordu. Eli ellerime değdiğinde yok olmasından, parmaklarımın arasında onun sıcak tenini değil de boşluğu bulmaktan korkuyordum. Bacaklarım bastığım toprağa mıhlanmış gibiydi, ne geri çekilebiliyordum ne de ileri gidebiliyordum. Süzülen gözyaşlarımla onu izlerken başım istemsiz yana düşmüştü. Alnım özlemle kırışmış, kaşlarım çaresizlikle çatılmıştı.

   “Neden gelmiyorsun kızım? İyi misin?” yanıma gelip tam gözlerimin içine bakıp konuştuğunda dudağımı ısırıp ağzımdan kaçmayı bekleyen hıçkırığı engelledim.
Sağ eli yavaşça havalanıp saçlarımı bulduğunda tüm iplerin birer birer koptuğunu hissettim. Beni göğsüne çektiğinde başım yerini biliyormuşçasına boynuna gömüldü. Anne kokusunu ciğerlerime çekerken hıçkırıklar nefesimi kesiyordu. Sıcacık elleriyle saçlarımı okşarken ellerimi ona sıkıca sarıp sarıldım. “An…ne.” Zar zor aldığım nefesler arasında fısıldadığımda dilim bu kelimeyi söylerken özlemle sızlamıştı.

   “Kızım… der misin?” yalvarırcasına mırıldandığımda yüzümü boynuna daha çok gömdüm. Burada kalmak istiyordum. Bu anda, bu dakikada gömülü kalmak istiyordum. “Güzel kızım.” Saçlarıma yavaşça dudaklarını dokundurduğunda içimde bir şeylerin gürültüyle yıkıldığını hissettim. Düşünceler boşluğa savrulmuş, iradem yokluğa karışmıştı.

   Omuzlarıma başka bir el dokunduğunda beni nazikçe annemin boynunda ayırmıştı. Ellerin tanıdıklığı annemden ayrılmamın getirdiği hüznü görmezden gelmemi sağlayacak tek kişiye aitti. “Zeytin gözlüm.” Ona dönmeden sesini duyduğumda kendimi ağlamamın durması için olanca gücümle sıkıyordum. Babam ağlamama dayanamazdı ki. Canı acırdı.

   Gözlerim onun özlemle kısılmış gözlerini bulduğunda tutmaya çalıştığım hıçkırık ağzımdan kaçmıştı bile. “Baba.” diye mırıldandım. Omuzlarımdaki elleri yavaş yüzümü bulduğunda yüzümü ellerine yasladım. Başparmaklarıyla yavaşça gözyaşlarımı silerken yanaklarımı okşuyordu. O ne kadar silerse silsin gözyaşlarım durmak bilmiyordu. Sıcak dudakları alnımı değip derin bir öpücük bıraktığında gözlerim istemsizce kapanmıştı. Canım yanıyordu.

   Beni kendine çektiğinde göğsüne kıvrıldım. O beni güven verici kollarıyla sıkıca sararken ben ellerim göğsünde ağlamaya devam ediyordum. Tüm korkularımda, endişelerimde sığındığım kolların sıcaklığını yeniden hissetmek paha biçilmezdi.
Şakaklarıma damlayan sıcak bir damlayla dudaklarımı birbirine bastırdım. Başımı göğsünden kaldırıp dolan gözlerine hasretle baktım. Yanağında asılı kalan damlayı okşarcasına sildiğimde yüzünde ona çok yakışan sıcak tebessümü doğmuştu. Benim de yüzüme bir tebessüm misafir olduğunda arkadan annemin sesini duymamla gülümsemem büyüdü. Tebessümün altında gömülü hüznü görmezden gelip yan dönüp anneme baktım. Onun da güzel yüzünü öptüğümde babam ikimizi birden güvenli kollarına almıştı.

   “Çok özledim.” Hıçkırıklarım sıklığını kaybettiğinden daha rahat nefes alabiliyordum. “Alışamıyorum anne.” Sesim ağlamaktan kısılmış, boğuklaşmıştı.
“Evin her bir köşesinde siz varken yapamıyorum.” Kesik bir nefes aldım. Babamın göğsüne yasladığım başımı okşayan elin ona ait olduğunu hissediyordum. Kolumu okşayan da annemdi. “Gittiğiniz günden beri sizin yatağınızda yatıyorum.” durakladım. “Uyuyamasam bile.”

   “Baba yastığın sen kokuyordu biliyor musun? İlk zamanlar burnumu ona gömüp birkaç saat de olsa uyuyabiliyordum.” Gözyaşlarım babamın gömleğini ıslatırken devam ettim. “Anne senin yastığını da kollarımın arasından hiç çıkarmadım. Senin gibi huzur kokuyordu.”
  
   Ağzımdan bir hıçkırık kaçtı. “Sonra…” diye mırıldandım. “Kokunuz zamanla silindi, zamanla iyiye gideceğine, her şey kâbusa döndü anne.”

   “Zamanla alışılır diyorlardı baba. Alışmak bana neden hiç uğramadı?” sesim sessizliğe karışırken ilk önce saçlarımdaki elin, daha sonra kolumdaki sıcak dokunuşun varlığı kayboldu. Babamın güven veren kolları, annemin ensemi okşayan sıcak nefesi yokluğa karışırken korkuyla etrafımda döndüm. Yoklardı. Gitmişlerdi. Aynı, zamanla silinen kokuları gibi onlar da silinmişti. Defalarca etrafımda dönmeme rağmen onları bulamıyordum.

   Gözyaşlarım ve hıçkırıklarım artarken ayaklarım altında yeniden kavurucu toprağı hissettim. Kendimi tekrar çorak arazide bulduğumda bacaklarımdaki güç yavaşça çekildi ve dizlerimin üstünde sıcak toprağa çöktüm. Omuzlarım hıçkırıklarımla sarsılırken yerdeki kuru toprağı avuçlarımın içinde çaresizlikle sıkıyordum. Toprağın sıcaklığı koparıldığım göğsün, sarmalandığım kolların sıcaklığından sonra beni üşütüyordu.

   “Yalvarırım, gitmeyin.” diye kısık sesimle yalvardığımda sesim boş arazide asılı kalmıştı. “Biraz daha.” diye mırıldanırken yanaklarımdan süzülen damlalar kuru toprağı ıslatıyordu. “Lütfen.”

   Soğuk rüzgâr geri gelmeyeceklerini, kimsesizlikle baş başa kaldığımı, sıcak kollarının yokluğa karıştığını fısıldarcasına tüm bedenimi sardı. Ağlarken önüme düşen başımı yavaşça kaldırıp gökyüzüne baktım. Yakıcı güneş kara bulutların ardında kaybolurken gökyüzü griliğine biraz kara çalmış gibiydi. Etraf birkaç dakika içinde karanlığa büründüğünde gökyüzü anlık bir ışıkla aydınlandı. Ardından şiddetli bir gök gürültüsü duyulduğunda tüm bedenim titredi. Saniyeler sonra yağmur damlaları kurumuş toprakla buluşmaya başlamıştı. Aylardır suya hasret kaldığı belli olan toprak suyu kana kana içiyordu. Yağmur damlaları bedenimi döverken onlardan kaçmadım, aksine onlara sığındım. Onları toprağa emanet ettiğim gün, herkes sıcacık evine döndüğü zaman bana yoldaşlık eden, anne ve babamın taze toprağına düşen yağmur olmuştu.

   Nemlenmeye başlayan toprağa avuçlarımı bastırıp destek aldım ve ayağa kalktım. Avuçlarıma ve beyaz elbiseme bulaşan toprağa aldırmadan yağmurun altında yürümeye başladım. Gök gürültüsü boş arazide bir kez daha yankılandığında yağmur hızını arttırmıştı.

   Yağmurla ıslanan kuru toprak çamura dönerken çıplak ayaklarım toprağa bulanıyordu. Umursamadan yürümeye devam ederken yağmur iliklerime kadar işlemişti. Gökyüzü tekrar aydınlandığında ışığın aydınlattığı uzaktaki iki toprak tepeciğiyle olduğum yerde donakaldım. Sırılsıklam olan saçlarım yüzüme, elbisem vücuduma yapışmıştı. Yüzümden süzülen damlalar çenemde birikip yerle buluşuyordu. Yağmur olanca gücüyle üzerime yağarken gözlerim, karanlığa bürünmüş olsa da belli belirsiz görünen iki tepecikte takılı kalmıştı.

   Gökyüzü tekrar aydınlandığında karanlığa gizlenmiş iki tepecik tekrar aydınlandı. Arazi saniyeler sonra tekrar karanlığa bulanırken çakan güçlü şimşekle hızla yürümeye başladım. Dakikalar sonra çamura bata çıka koşmaya başlamıştım.
Göğsümde her adımımda büyüyen bir acı vardı. Onların varlığıyla kuşatılıp bir an sonra yokluklarıyla sınanmak boşlukta savrulmama neden olmuştu. Acının içimdeki varlığını biliyordum ama içimde yanan ateş, onları hissetmemle tekrar dirilmiş tüm ruhumu sarmıştı.
   
   İki tepeciğe görecek kadar yaklaştığımda ilk önce adımlarım yavaşladı, daha sonra tamamen durdu. Karşımdaki iki mezar taşını, mezar taşlarına kazılmış isimleri ve yağmurla ıslanmış taze toprağı gördüğümde dudaklarım hastalıklı bir şekilde acıyla kıvrıldı.
  
   Derin bir nefes aldığımda ciğerlerime dolan taze toprak kokusuyla gözlerimi yumdum. O gün saatlerce anne ve babamın arasında yatarken soluduğum koku buydu. Anne ve babamı emanet ettiğim toprağın kokusu. İçim acıyla burkulurken küçük adımlarla onların mezarlarına yaklaştım, zihnim bana acıyla örülmüş bir oyun oynuyordu. O kadar gerçekçi yapıyordu ki bunu, bazen kendimi kapılmaktan alıkoyamıyordum.

   Onlara doğru yaklaştığım biraz ileride beni izleyen iki siluete takıldı gözlerim. Kalbim hızla çarpmaya başladığında onlara ulaşma arzusuyla hızla yürümeye başladım ama ben yürüdükçe mezarlar uzaklaşıyordu, onlar da. Zihnimde gök gürültüsünün sesi şiddetle yankılanırken “Lütfen.” diye fısıldadım.

   Aldığım nefes boğazımı tıkarken can havliyle gözlerimi açtım. Kuruyan dudaklarıma hareket ettirmeye çalıştığımda dudaklarımdan boğuk bir inleme dökülmüştü. Bir el başımdan tutup beni kaldırdı, dudaklarıma dayadığı bardaktan birkaç damla yakarak boğazımdan geçerken öksürmeye başladım.  Nefes almaya çalışırken su soluk boruma kaçmıştı.

   Suyu içiren kişi beni yattığım yerde doğrultup elini sırtımda gezdirip okşamaya başladıktan birkaç dakika sonra öksürükler azalmış ve sonunda kesilmişti. Derin nefesler alırken yanıma çekilmiş sandalyede oturan, sırtımdaki elin sahibinin babaanne olduğunu fark ettim. Beni dikkatli bir şekilde koltuğun kenarına yasladıktan sonra ellerini yanındaki su dolu kâsede ıslatıp terle yüzüme yapışmış saçları nazikçe geriye itti. Aldığım derin nefeslerle onu izlerken dudaklarımı oynatıp konuşmaya bile mecalim yoktu. “Ateşin düştü, hamd olsun.” Kulaklarımdaki derin uğultunu arasında onun yorgun sesini ayırt ettim.

   Gördüğüm rüyanın kalıntıları zihnimde dolanırken ayaklarım koltukta uzanan çıplak ayaklarıma değdi, sıcak toprağı ayaklarımın altında hisseder gibi olduğumda rüyanın gerçekliği ve yakıcılığı ruhumu kuşatmış, düşünceler de birbirine girmişti. Onlar gittiğinden beri ara sıra rüyalarıma misafir olsalar da hiç bu kadar gerçek olmamışlardı. Bu kadar hissedilir ve yakıcı…

   Yanımda endişeli gözleriyle beni izleyen babaannenin ayaklandığını görmemle rüyanın zihnimdeki yankılarını duymazdan gelmeye çalışıp ona odaklandım. Sessiz ve küçük adımlarla gözden kaybolduğunda gözlerimi yalnız kaldığım odada gezdirdim. Ayakucumda ve başucumda içinde su olduğunu tahmin edebildiğim kâseler vardı. Dizlerime kadar çekilmiş pantolonumdan açıkta kalan yerlerde ateşimi düşürmek için koyduklarını tahmin ettiğim havlular seriliydi.

   Kulaklarımdaki uğuldama zamanla geçerken duyduğum düzenli nefes sesleriyle kendimi zorlayıp biraz yan döndüm ve sesin geldiği yere baktım. Arkamda kalan koltukta uyuyan kişi Berzah’tı. Sırtı üstü yattığı koltukta uyumaktan çok uzanıyor gibi gözüküyordu. Alnına dayadığı bir kolunu gözlerine siper etmiş düzenlikle aralıkla duyulan nefes sesi haricinde sessizce uyuyordu. Oturduğum yer ve yüzüne dayadığı kolu yüzünü görmeme engel olsa da yatış şekli tek seslenişte ayağa fırlayabilecek gibi eğreltiydi.

   Onu izlerken gece bilincim gidip gelirken duyduğum son cümlesi zihnimde yankılandı. “Karın içinde saatlerce yatarsan hasta olursun tabii.” 

   Kaşlarım istemsizce çatılırken yalnız olduğumdan neredeyse emin olduğum mezarlıkta benimle birlikte olduğunu ve beni izlediğini öğrenmek şüpheyle titrememe neden olmuştu. Beni gün boyu takip mi etmişti yani? Eğer beni takip ediyorsa bunu neden ve ne zamandan beri yapıyordu? Zaten onlarca olan soruların arasına yenileri eklenirken şakaklarım sızladı. Tüm vücudum bilincim yerine geldiğinden beri isyan edercesine sızlasa da şakaklarıma giren ani sızı gözlerimi acıyla kapatmama neden olacak kadar şiddetliydi. Annemden miras kalan ve çok nadir olsa da varlığını ara sıra belli eden migrenin bugün beni bulmaması için içimden dua ettim.

   Gözüm karşı duvarda asılı duran saate kaydığında güneşin doğmasına dakikalar kaldığını gördüm. Saat aklıma dün geceyi getirdiğinde telefondaki adamın rahatsız edici sesini duyar gibi oldum. “Yarın saat ikide evinde olacaksın.” Eklemlerimdeki sızı kendini hatırlatmak için sızladı. “Tek başına.”

   Önümde saatler bile olsa daha yerimden hareket etmekte bu denli zorlanırken evden gizlice çıkmanın zorluğu beynimde dönüp durmaya başladı. Zihnimde rüyanın parçaları dolaşmaya devam ederken, dün geceki anlar bölük pörçükken, hastalığın esir aldığı bedenim acıyla sızlarken ve zihnimin büyük bir kısmı bulanıkken bir çözüm yolu bulmak ve mantıklı düşünmeye çalışmak oldukça zordu. 

   Sıkıntıyla derin bir nefes aldığımda burnuma dolan kokunun tanıdıklığıyla gözlerim özlemle kapandı. Tarhananın kokusunu derin derin içime çektim. Bu koku ev kokuyordu, anne kokuyordu. Bu kokuda hasret, şefkat, merhamet gömülüydü. Her hastalandığımda kendi elleriyle yaptığı tarhanayı pişirip yine elleriyle yediren annemin görüntüsü düştü zihnime. Balkona kuruması için serdiği tarhananın taze kokusu, onları elekte elerken başıma bir yazma alıp ona eşlik edişlerim… Zihnimdeki anılarla dolu odaların kapıları gürültüyle açılıp kapanmaya başlarken başıma giren ağrıyla dişlerimi sıktım.

   Yanımdaki hareketlikle göz kapaklarımı araladığımda yanımdaki sandalyeye elindeki tabakla oturmuş babaanneyle göz göze geldim. Ocaktan yeni alındığı üzerinde tüten dumandan belli olan çorbayı soğutmak için kaşıkla karıştırırken bir yandan da yüzümü inceliyordu.

   Tarhananın kokusuyla acıyla kasılan midem yüzünden yüzümü buruşturmak istesem de kendime engel oldum. Aklıma bir gündür ağzıma Zehra teyzenin ikram ettiği çaydan başka bir şey sokmadığım geldi. Ondan önceki günler de yemek yemeyi unuttuğum olurdu ama hiçbir şey yemeden geçirdiğim, fazlasıyla hareketli gün, güçsüz düşmeme neden olmuş olmalıydı ve güçsüz düşen bedenimde hastalığa daha fazla direnememişti.

   Dudaklarıma doğru getirilen kaşıkla düşüncelerden sıyrılıp babaanneye döndüm. Açmam için ısrarla dudaklarıma baktığını gördüğümde dudaklarımı araladım. Sıcak çorba boğazımda geçerken ev tarhanasının özlediğim tadı ağzıma yayılmıştı. Saatlerdir bir şey girmeyen midem kasıldığında bir an kusacak gibi olsam da kendimi toparladım.
Çorbayı kendim yemek için elimi uzattığımda babaannenin kaşları sahte bir kızgınlıkla çatılmış, gözleri keskinleşmişti. “Bırak da ben yedireyim, iyileşmedin daha kızım.” Onun haklı olduğunu gösterircesine ona uzattığım, titreyen elimi kucağıma bıraktım ve bana yedirmesine izin verdim. Her kaşıkta içim ısınırken itiraz etmeden uzattığı tüm kaşıklara ağzımı açıyordum. Çorbanın sıcaklığı bedenimi, tarhana çorbasının tanıdıklığı ruhumu ısıtıyordu.

   Mezarlıktan dönerken yanına oturduğum yaşlı kadının “Annene söyle sana güzel bir tarhana kaynatsın…” sözlerini hatırladığımda dudaklarımda küçük bir tebessüm yer edindi. İçimden sağ salim gideceği yere varmış olmasını diledim. İyi niyetiyle parlayan gözleri gözlerimin önüne gelirken belki de içtiğim çorbanın onun içinden geçirdiği temiz duası olduğunu düşünüyordum.

   Tabağın sonuna geldiğimizde babaannenin bana uzattığı mendille ağzımı kurulayıp ona minnetle baktım. “Teşekkür ederim.” Gülümseyerek alnımdaki saçları çekip başımı okşadığında içimi bir sıcaklık kapladı. Güzel kalbinin temizliği yüzünden belli olan bu yaşlı kadının her bakışı, her hareketi içimi ısıtıyordu.

   Çorbayı içtikten sonra üzerimdeki halsizliğin biraz da olsa dağıldığını hissetmiştim. En azından yarı açık olan göz kapaklarımı artık tam açabiliyordum. Kaybolan sesimi de bulmuştum ve ellerimde titreme yok denecek kadar azalmıştı. “İyice dinlen. Bedenin zayıf düşmüş. Doktor bir sürü ilaç verdi dün akşam.” Duraklayıp omzunun üstünde koltukta uzanan Berzah’a baktığında ben de bakışlarıma ona döndürdüm. Pozisyonunu bozmamış, aynı şekilde yatıyordu.

   “Ben yaşlıyım kızım, gece uyku bastırınca sızıvermişim koltukta. Çocuklar beklemişler seni sabaha kadar.” Çocuklardan kastının akşam evde tanıştığım(!) üçlü olduğunu tahmin edebiliyordum. Dün akşam bölük pörçük hatırladığım, bilincimin ara sıra geri geldiği anlarda onları belli belirsiz görür gibi oluyordum. Benimle ilgilenmeleri onlara karşı minnetle dolmamı sağlıyordu. Her ne kadar onlara güvenip güvenmemek de kararsızlık yaşasam da dün onlar olmasa çok daha kötü bir gün geçirebileceğimin farkındaydım.

   “Duyuyor musun beni?” babaannenin yüksek sesini duyduğumda Berzah’ın koltukta kıpırdandığını gördüm. Düşüncelere dalıp söylediklerini duymadığımı fark ettiğimde mahcupça babaanneye baktım. Anlayışla gülümsedi. “Asaf’ın işi çıkmış bir yere kadar gitti. Biraz uyusunlar kahvaltıdan sonra ilaçları almaya giderler çarşıya.” Başımı belli belirsiz sallarken onların evden gideceğini duymak beynimdeki çarkları döndürmeye başlamıştı bile. Onlar yokken buradan çıkmam gerekiyordu, onlar varken tek başına çıkmam oldukça zordu.

   Bana yaptıkları bu kadar iyilikten sonra onlara tek kelime etmeden çekip gitmek kendimi suçlu hissetmeme neden olsa da yapabileceğim başka bir şey yoktu. Zeynep’i o adamların olmayan insafına bırakamazdım. Çaresizlikle çepeçevre kuşatılmışken elimden başka bir şey gelmiyordu.

   Babaannenin sesini tekrar duyduğumda onu dinlemediğim için kendime kızdım. Ama onun gözlerinde anlayış parıltıları vardı. Hasta olduğum için dalgın olduğumu düşünüyor olmalıydı.

   “Hadi sen biraz uyu kızım. Yemek de yedin, vücudun güç toplasın biraz. Ben seni kahvaltıya kaldırırım.” Yüzündeki gülümsemeyle son sözlerini söyleyip başındaki başörtüsü düzeltti ve odanın çıkışına yöneldi.

   Evime gitmek istiyorsam onun da dediği gibi güç toplamalıydım. Dışarıdaki havayı bilmiyordum ama kar hâlâ erimediyse zaten zor olan durum hepten içinden çıkılamaz bir hal alacaktı. Bedenimi koltukta biraz kaldırıp başımı yastığa bıraktım ve gözlerimi kapattım. Biraz uyumaya çalışmak iyi gelebilirdi. Gözlerimi kapattığım anda göz kapaklarıma doluşan rüyanın anılarını düşünmemeye çalışıp uykunun zihnimdeki düşüncelerin üstünü örtmesini bekledim. Ama zihnime sızan uyku değil, tanıdık bir ses olmuştu.

   “İyi misin?” hemen yanı başımdan gelen sesle gözlerimi açtığımda Berzah’ın hafif kızarmış gözleriyle karşılaştım. Ne zaman uyanıp yanıma kadar geldiğini anlamamış olsam da şu an tam yanımda oturmuş bana bakıyordu. Gözlerindeki kızarıklık bana hiç uyumamış olabileceğini düşündürüyordu.

   “İyiyim.” diye mırıldandım. “Değilim.” İçimden geçen kelimeye dudaklarımı sımsıkı kapatmıştım. İyi olmadığımı bilmesine gerek yoktu.

   “Bana o adamın sana telefonda ne söylediğini söylemen gerekiyor.” Birkaç saniye anlamam için zaman vermiş gibi duraksadıktan sonra “Ne söyledi sana?” diye ciddiyete bürünmüş sesiyle sordu. Bu konuyu kapatmadığımızı bilmeme rağmen soruyu şu an beklemediğim için afalladım. Yüzümde dolaşan harelerindeki kararlılık cevap almadan vazgeçmeyeceğini söylüyordu. Konuya bir anda girmesi acelesi olduğunun işaretiydi. Babaanne gelmeden konuşmayı bitirmek istediği tahmin ediyordum. Benim sessizliğimi koruduğumu görünce konuşmaya devam etmişti.

   “Tehlikeliler, aklının almayacağı şeyler yapabilecek kadar. Onlarla oturup bir anlaşma yapamazsın. Yapar gibi görünüp sana zarar verirler.” Gözlerimin içine bakıp devam etti. “Sen onların kurallarına uyduğunu sanırsın ama ortada kural filan yoktur. Sonuç her türlü onların istediği gibi olacaktır. Anlatabiliyor muyum?” Hipnotize olmuş gibi gözlerinin içine bakarken kelimeler kaybolmuş gibiydi. Ne söyleyeceğimi, ne düşünmem gerektiğini kestiremiyordum. Sanki adamın bana söylediklerini biliyormuş, ama benim ona söylememi istiyormuş gibiydi. Benim ağzımdan duymak istiyor gibi.  

   Benim iyiliğimi istediği için konuştuğunu ses tonu ve sözleri açıkça gösterirken içimdeki suçluluk hissini tekrar hissettim. Ama yapamazdım. Berzah sonuna kadar haklı bile olsa oraya gitmekten başka çarem olmadığını biliyordum. O adamların ne denli tehlikeli olduğunu defalarca duyduktan ve hatta şahit olduktan sonra Zeynep’i orada bırakmak onu ölümün eşiğine iteklemekten başka bir şey olmazdı.

   Benim aksime yaşadığı hayattan memnun olmayı bilen, içindeki yaşama tutkusunda canlı tutan, mutlu olmak için fırsat kollayan bir kızdı o. Acıyla, gözyaşıyla karşı karşıya gelmez, geldiğinde bile gözyaşları yüzünde asılıyken dudaklarını içtenlikle kıvırıp gülümsemeyi bilirdi. Benim ruhum acıyı bilip tanırken onun ki acıya yabancıydı. Onun gözleri ağlamaktan şişmezken benim gözaltlarımdaki torbalar ortaya çıkmak için fırsat kolluyorlardı.

   Sırf beni merak ettiği için, benim aramayı geciktirmem yüzünden o adamlarla baş başa kalmasına izin veremezdim. Ona nasıl davrandıklarını bilmiyordum. Ama Zeynep’in çok korkmuş olduğunu hissediyordum.

   Çaresizlik boynuma geçirilmiş bir halat gibi nefesimi kesiyor, canımı yakıyordu.

   Berzahların yanımda olduğunu hissetmelerinin bile ona zarar vermelerine yeteceğini biliyordum. Bu riski alamazdım.  Sırf telefonu elime almadım diye Zeynep’i acıyla inletmişlerdi. Dişlerimi sıkarken gözlerim Berzah’ın gözlerine değdi. Harelerim onun harelerine tutunurken “Sana yardım edebilirim.” diye mırıldandı. “Yardım edebiliriz.”
Kelimeler ona her şeyi anlatmak için dilimin ucuna birikse de dilimi ısırıp onlara engel oldum. Ben içimde kendimle mücadele ederken odaya giren babaanne, ortamdaki gittikçe gerilen havayı dağıtmıştı.

   “Sen ne zaman uyandın?” Berzah’a yönelik sorduğu sorudan sonra gözleri beni bulmuştu. Onun benim yanımda olduğunu fark etmesiyle kaşları yavaşça çatılırken yüzümde gördüğü ifadeden memnun olmadığını gözlerinden okuyabilmiştim.

   “Sen uyumadın mı daha?” gözleri benim yüzümden tekrar Berzah’a kayarken “Konuşturma kızı, rahat bırak, uyuyacak o. Sen de madem kalktın, git fırından ekmek al. Dün akşam telaştan ekmeğin hamurunu yoğuramadım.” Berzah gözlerini devirip yerinden kalkarken babaannenin azarı yüzümde küçük bir tebessüm doğmasına neden olmuştu. Aralarındaki ilişki iç ısıtan cinstendi. Berzah istemeye istemeye yerinden kalkarken gözlerime son kez bakıp odadan çıktı.

   Biraz daha yanımda kalıp konuşmaya devam etse bir şeyleri söyleyebileceğimi bildiğimden babaanneye içimden teşekkür ettim. “Hadi uyu sen de artık.” diye söylenip giden babaannenin ardından birkaç saniye bakıp koltukta sağa dönüp bir elimi yastığın altına birini de başımın altına koyup gözlerimi kapattım. Zihnimde koşuşturan soruları en azından bir süreliğe uykunun getirdiği siste kaybetmek istiyordum.


Göz kapaklarımı araladığımda gözüme ilk çarpan karşı duvardaki saat olmuştu. On bir buçuğa geldiğini gördüğüm saat uyku sersemliğinden hızla sıyrılmama neden olurken uyumadan önceki halime nazaran daha dayanabilir olan sızılarımı umursamadan yattığım koltukta doğruldum. Hızla odayı kolaçan ederken odada yalnız olduğumu fark etmem uzun sürmemişti. Neredeydiler ve babaanne beni kahvaltıya çağıracağına söylemesine rağmen neden uyandırmamıştı? Dert ettiğim kahvaltıyı kaçırmam değildi. Berzahların ilaçları almaya gidip geri dönmüş olmalarından korkuyordum.

   Uykunun beni nasıl ele geçirdiğini bile anlamamıştım ve yorgun olan bedenim uykumun derinliğini etkilemiş olmalıydı. Hiç ses duymamıştım.
Odaya giren babaanneyle oturduğum yerde biraz daha dikilip gözlerimi ona diktim. 

   “Uyanmışsın güzel kızım. Çok güzel uyuyordun, dalman uzun sürdü zaten diye dinlenmen için uyandırmadım seni.” Yüzüne öylece bakarken uykunun sıyrıldığım sandığım sersemliğinin hâlâ bedenimde kol gezdiğini hissettim.

   “Çocuklar çıkalı bir saat oluyor, çok geçe kalmadan gelirler. Onlar gelene kadar sen de kahvaltını edersin. İlaçların gelince de onları içersin, akşama çok daha iyi olursun inşallah.” O açıklama yaparken zihnim saat kısmına takılı kalmış, kısa bir hesapla en geç yarım saat içinde evden çıkmam gerektiği sonucuna varmıştı.

   Acaba çocuklar dediği kişilere Leyal de dâhil miydi? “Leyal…” diye söze başladığımda ben sözümü bitiremeden onu soracağımı anlamış olacak ki “O da onlarla gitti.” diye cevap vermişti.

   İçime bir rahatlama yayıldığında, geriye bir tek yanımda benim için çırpınan bu iyi niyetli kadını atlatmak kalmıştı. Her ne kadar beni odada bulamayınca kapılacağı telaşı düşünüp vicdan azabı çeksem de başka çarem yoktu. Saat ikide evde olmalıydım.
Onun bana bakarken şefkatle parlayan gözlerine bakarken içime huzursuzluk yayılmıştı.  “Ben mutfağa kahvaltını hazırlamaya gidiyorum. Bir ihtiyacın olursa seslen olur mu kızım?” başımı olumlu anlamda sallarken odadan çıkana kadar dikkatle onu izledim.

   Gözden kaybolduğunda kendimi zorlayarak oturduğum koltuktan kalktım ve kalkarken bacağımdan düşen bezleri alıp koltuğunu üzerine gelişi güzel bıraktım. Dizlerime kadar sıyrılan paçalarımı indirip, toplanan kazağımı düzeltirken bir yandan da içeriden gelen sesleri dinlemeye çalışıyordum. Yakalanmak istemiyordum, çünkü yakalanmak demek açıklama yapmak zorunda kalmak demekti ve kesinlikle açıklama yapabilecek durumda değildim.

   Odada gözlerimi gezdirip dün akşam ayağımda olan çorapları ararken ses çıkarmamak için oldukça yavaş hareket ediyordum. Birkaç dakikanın sonunda çoraplarımı hâlâ bulamamıştım. Daha fazla zaman kaybetmemek için çoraplardan vazgeçip kapıya yöneldim. Her hareketimde sızlayan kaslarımı görmezden gelmeye çalışsam da eve bu şekilde ulaşmanın oldukça zor olacağının bilincindeydim.

   Odadan çıktığımda hemen sağ tarafımdaki kapının ardından gelen tabak seslerinden oranın mutfak olduğunu anlamıştım. Babaannenin biraz daha oyalanıp çıkmamasını umarak olabildiğince yavaş adımlarla kabanımı astığım askılığa doğru yaklaştım. Kabanımı askıdan alıp sağ koluma astım, burada giyinmek için zaman kaybedemezdim. Dışarı çıktığımda giyinmek daha mantıklıydı. Ayakkabılıkta duran botlarımı da sağ elime alıp çıkışa doğru ilerledim. Bir gözüm mutfağın yarı açık kapısında babaanneyi kollarken açılan musluğun sesini fırsat bilerek tahta kapıyı geçebileceğim kadar açıp boşluktan dışarıya süzüldüm ve vakit kaybetmeden arkamdan kapıyı kapattım.

   Evin sobanın kendine has sıcaklığıyla ısınmış havasından keskin soğuğa çıkan savunmasız bedenim şiddetle titremeye başladığında çıplak olan ayaklarımdan sızan soğuk içimi titretti. Botları yere bırakıp hızla kabanımı giyinirken çenemin birbirine çarpmasını engellemeye çalışıyordum.

   Kaslarımdaki sızı artarken gözlerimi dışarıda gezdirdim. Dün gece yağmaya devam eden kar var olanların üstüne birikmiş, karı bileklerimi geçecek dereceye getirmişti. Çıplak ayaklarımla botları giyerken kar suyunun botlarımdan sızmaması için dua ettim.

   Esen soğuk rüzgâr tüylerimi diken diken ederken ellerimi kabanımın ceplerine soktum. Zihnimin derinliklerinde rüyanın kalıntılarını varlığını sürdürürken, beynimde dolaşan endişelerle ilk adımımı attım. Tüm bedenimi saran soğuk hava ve kaslarımdaki derin sızı bu yolculuğun sandığımdan daha zor olacağını söylüyordu.



25 Ağustos 2017 Cuma  02:23

Düşüncelerini bekliyorum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ŞİMAL- 1.BÖLÜM:"SOĞUK"

ŞİMAL- 6.BÖLÜM:"ÇARESİZLİK" (Part 2)

ŞİMAL- 3.BÖLÜM:"SORULAR"