ŞİMAL- 4.BÖLÜM:"BİLİNMEYEN"
4.BÖLÜM: “BİLİNMEYEN”
Dakikalar
aramızdaki sessizliğe devriliyor, sessizlik derinleşiyordu. Kapılar ardına
gizlediğim sorular keskin bir gürültüyle dirilmişlerdi. Başımdaki sızıyla
gözlerimi birkaç saniyeliğine kapatıp dişlerimi sıktım. Ağrı kesici almalıydım.
Gözlerimi
açtığımda onun dudaklarını araladığını gördüm. Cevap vereceğini anladığımda tüm
algılarımın açıldığını hissettim. Kulaklarımda var olan çınlama çekilir gibi
oldu; ama tamamen yok olmamıştı, varlığını koruyordu.
“Birisi.”
Söylediği kelimeyle dudaklarım kıvrıldı. O kadar samimiyetsiz bir gülüştü ki
dudaklarımın zorlandığını hissetmiştim. “Gerçekten mi?” diye sordum alayla. Ses
tonum bir arkadaşın arkadaşıyla konuşurken alaya bulanan ses tonundan çok
uzaktı.
Alayla birlikte hissedilebilir bir soğukluğa sarınmıştı.
Sesimin hiç
bu kadar uzak çıktığını hatırlamıyordum. Sanki başka birisi konuşuyordu.
“Birisisin
ha.” durakladım. “Dalga mı geçiyorsun benimle sen?” konuşmanın başından beri
desibeli bir tık bile artmayan sesim yükselmeye başlamıştı. Zihnime farklı bir duygunun sızdığını hissettim. Öfke
yavaşça damarlarımda gezinmeye başlamıştı.
“Yolun
ortasında beni durdurup evimde beni öldürmek için bekleyen adamlar olduğunu
söylüyorsun. Beni, evimi hatta hepsini geçtim, o adamların niyetlerini bile
biliyorsun.” Sinirle soludum. “Ve sadece birisisin öyle mi?” gözlerimi onun
benim aksime sakinlikle örtülü yüzüne diktim.
Saniyeler
ilerliyordu ama karşımdaki adam yüzümü incelemekten başka bir şey yapmıyordu.
İlk önce yüzümdeki gergin ifadenin yerine sakinliği oturtmaya çalıştım, sonra
da son kez onun yüzüne bakıp arkamı döndüm, büyük ve seri adımlarla yürümeye
başladım. Kim olduğu bilinmeyen bir adamla daha fazla bir arada durmak saçmalık
olurdu. Olduğum durumda kimseye güvenmem gerektiğini fısıldayan mantıklı
tarafım, çöken irademin ardında bıraktığı enkazından sağ kurtulan nadir
hislerdendi.
Omuzlarımın
her adımda yavaş yavaş çökerken omuzlarıma binen anıların ağırlığını kalbimde
hissettim. Kısalan ve yavaşlayan adımlarım içimdeki kararsızlık fırtınasının
kurbanıydı. Boğazımdan acı bir tat yükseliyor, kusma isteğimi pekiştiriyordu.
Bir an önce onun görüş açısından çıkıp bir yere çökmek istiyordum. Tüm gücümün
çekildiğini ruhumun çaresizlik çarmıhına gerildiğini hissediyordum. Yakılmayı
bekleyen bir mahkûmdan farkım yoktu. Bir an önce kendimi kurtarmak için
çabalamalıydım belki, ama kendimde o gücü bulamıyordum. Yorulmuştum. Bir yıldır
yoruluyordum.
Gözlerim
yanmaya başladı. “Ağlama.” diye fısıldadım kendime. “Sırası değil.” Bir gözyaşı istemsizce yanağımdan kaydığında
elimin tersiyle sildim ve kendimi olabildiğince sıktım. Bu gece yatağa
girdiğimde tüm gözyaşlarımı yastığa bırakacağıma dair kendime söz verdim. Eğer
bu gece bir yatağa girebilirsem bunu yapacaktım. İçimdeki çaresizlik
gözyaşlarıma karışıp beni terk edene kadar ağlayacaktım.
Yanımdan
hızla geçip giden arabaların rüzgârı yüzüme çarpıp akan gözyaşının izini
okşuyor, saçlarımı havalandırıyordu. Yürümeyi kesip önümde uzanan arabalara
misafirlik eden asfalta ve sağ tarafımda yolun aşağısından başlayıp göz
alabildiğine uzanan karla örtülü ormana baktım. Ani bir kararla arabalara
arkamı döndüm ve yeşilliklere doğru yürümeye başladım.
Ormandaki
ağaçlar bugün annem ve babamın ortasından yatarken yaşadığım sıcaklığı
dokunduruyordu içime. Asfalttan uzaklaştıkça otların üzerinde gözükmeye
başlayan karlara batan botlarımın sesi, gözümün önüne bu sabah sokakta mutluluk
nidalarıyla koşuşturan çocukları getirdi. O sokakta yankılanan sevinç
çığlıklarını duyar gibi oldum; içimdeki küçük kız çocuğu oturduğu yerden dolu
gözleriyle bana baktı. Zihnimin duvarları sevinç çığlıklarına boyanmayalı uzun
zaman olmuştu. Gözlerimi birkaç saniyeliğine kapatıp kendime gelmeye çalıştım.
Ormana
girebilmek için yolun alt kısmına inmem gerekiyordu. Bacaklarımı kırıp
olabildiğince yavaş aşağıya inmeye çalıştım. Ama yükseklik yüzünden karların
içine düşmekten kurtulamamıştım. Düştüğüm yerden kalkıp üzerimdeki karları
silkelerken kabanımın açılan düğmesini ilikledim.
Elime cebime atıp sabah cebime koyduğum tokayı
aldım ve omuzlarımın bir karış aşağısında biten saçlarımı toplayıp sıkı bir
atkuyruğu yaptım. Atkuyruğunu sıkarken gözlerim yolun yukarısında benden uzakta
kalan adama takıldı. Bıraktığım yerde durmuş beni izliyordu. Elleri hala siyah
kabanın ceplerindeydi, duruşu benim aksime dikti. Kendime toplamaya çalışıp
birkaç dakika sonra çökeceklerini bilmeme rağmen omuzlarımı dikleştirdim.
Ellerimi saçlarımdan çekerken bugün yaşadıklarım gözümün önünden geçti. Onunla
ilk karşılaşmamızdan bu ana kadar olan her şey. O olmasa şu an evimin salonunda
cansız bedenim yatıyor olabilirdi, ya da o bana yardım etmese adamlardan
kaçarken yakalanmam kaçınılmaz olurdu.
Bütün iyi
şeylerin yanında kim olduğunu bilmek benim hakkımdı. Olanlar hakkında hiçbir
fikrim yoktu, bu yüzden kimseye güvenemezdim. Beynim önüme onlarca ihtimal
sunuyordu ve ben gerçekten ne yapacağımı bilmiyordum. Belirsizlik girdabında
savruluyor, tutunacak bir yer arıyordum. O, bana sorduğum soruların cevaplarını
verse o cevaplara tutunabilirdim belki ama o susmayı seçiyordu.
Gözlerimin hâlâ onun üzerinde olduğunu fark
ettiğimde kafamı toparlamaya çalışıp arkamı döndüm ve ağaçların arasında
ilerlemeye başladım. İlk önce kendime kalacak bir yer bulmam gerekiyordu. Evime
şu an tekrar gidebilmem mümkün değildi. Ne zaman geleceklerini bilmiyordum,
zaten eğer beni öldürmekte kararlılarsa oraya bir adam diktiklerine emindim.
Eve girsem bile artık orada güven içinde uyuyamazdım, evime gündüz vakti
rahatça girebilmişlerdi; karanlığa bulanmış gecede girmek onlar için zor
olmazdı. Bir titreme gelip geçti bedenimden.
O günden
beri hiçbir uykuma güven içinde yatmadığım gerçeğini fısıldadı zihnim.
Kimsesizlikle koyun koyuna uyuyordum her gece. Başımı yastığa koyduğumda göz
kapaklarıma doluyordu anılar, kulağıma çalınıyordu anne ve babamın sesi.
Yanaklarımdan kayan gözyaşlarını elimin tersiyle silip adımlarımı hızlandırdım.
Ağlamamalıydım ama içimdeki ağlama isteği dayanılmazdı. Kendimi olabildiğince
sıktım, ben sıktıkça başımdaki zonklama artıyordu. “Sabır.” diye mırıldandım.
“Sadece biraz sabır.”
Telefonumun
bilindik sesi ormandaki sessizliği dağıtırken adımlarımı kesip cebimden
telefonumu çıkardım. Zeynep’in aradığını gördüğümde gözüm saatte kaydı, dört
buçuğa geliyordu. Aklıma sabahki konuşmamız geldiğinde zihnimde endişe
tohumları yeşermeye başlamıştı. Eve gitmemiş olmasını, gitmişse bile kimseyle
karşılaşmamış olmasını diledim.
“Efendim.”
diyerek telefonu açtığımda sesimi sakin tutmaya çalışıyordum. Eğer eve
gitmediyse boş yere telaşlanmasını istemiyordum. Daha sonra yüz yüzeyken
anlatmak en iyisiydi, belki de anlatmamak. “Şimal.” Her zamanki neşeli sesiyle
adımı söylediğinde içime yayılan rahatlamayla derin bir nefes aldım. İyiydi. En
azından o iyiydi.
“Bugün gelemeyeceğim, patronun son dakika
işleri. Geç saate kadar çalışmam gerekiyor.” İşi çıktığına, gelemeyeceğine
sevinsem de “Önemli değil.” diyerek geçiştirdim. “Kolay gelsin.” diye
mırıldandığım sırada arkadan patronunun sesini duydum. “Zeynep.” diye
bağırıyordu. “Kusura bakma canısı. Kocaman öpüyorum.” Üzgün sesiyle son
kelimelerini söyleyip yine benim bir şey söylememe kalmadan telefonu
kapatmıştı.
En yakın
zamanda ona da eve uğramamasını söylemem gerekiyordu. Orası tehlikeliydi.
Dudaklarımda acı ve silik bir tebessüm doğdu. Orası benim evimdi. Yıllardır
sıcaklığında güven bulduğum; çaresizliklerimde, korkularımda, endişelerimde
sığındığım yuvamdı. Şimdiyse oraya gitmeye bile çekiniyordum. Telefonu cebime
koyarken dişlerimi bu sefer öfkeyle sıktım.
Hava
kararmadan ormandan çıkıp nerede olduğumu öğrenmem gerekiyordu. Sonra da bu
akşamlık kalacak bir pansiyon bulabilirdim. Tekrardan yürümeye başladığımda kar
her ne kadar beni yavaşlatsa da elimden geldiğince hızlı ilerlemeye
çalışıyordum.
Bir anda
iki el ateş sesi duyduğumda olduğum yerde sıçradım. Korku bedenimi yavaşça ele
geçirirken kalbimin hızla atmaya başladığını hissediyordum. Nefes alış
verişlerim sıklaşmıştı. Tüm bedenim korkuyla titrerken nereye gittiğimi
bilmeden refleks olarak koşmaya başladım. Ağaçlara çarpmamaya çalışıp karların
içinde koşarken görüşümün bulanıklaşmasıyla ağlamaya başladığımı fark ettim.
Gözlerimi sertçe silerken gözyaşlarının yenisi geliyordu. Korkuyordum. Deli
gibi korkuyordum.
Korku
boğazıma dayanmış bir el gibiydi. Nefesimi kesiyor, vücudumun sıtmaya tutulmuş
gibi titremesine neden oluyordu. Ayağım kaydığında yakınımdaki ağaca tutunup
düşmekten son anda kurtuldum. Başım önüme doğru eğilmişti ve ciğerlerim yanıyordu.
Nefes almaya çalışırken gözyaşlarımı tekrar silip toparlandım ve koşmaya devam
ettim. Bulduğum boşluklardan ilerlerken ne yapacağımı bilmediğim gerçeğiyle
yüzleştim.
Arkamdan
gelen ayak seslerini duyduğumda bacaklarıma yüklenebildiğim kadar yüklenip
hızımı arttırdım. En fazla on metre uzağımdaydılar. Ağlamak istemiyordum ama
hıçkırıklar boğazımdan istemsizce dökülüyorlardı. İçimde büyüyen korku canımı yakacak
derecedeydi.
Birinin
kolumu arkadan çekmesiyle tüm gücümle çığlık attım. Bir el ağzıma kapandığında
gözlerimi sıkıca yumup çırpınmaya başladım. Gözyaşlarım sicim gibi
yanaklarımdan inerken sona yaklaştığımı hissettim.
“Sessiz ol. Adamları başımıza mı toplamak
istiyorsun?” kulağıma fısıldanan sözler ve tanıdık ses tonuyla göz kapaklarımı
araladım. Ağzıma kapadığı elini indirip kolumdaki elini çekerken benim ağlamam
şiddetlenmişti. Dikildiğim yerde katıla katıla ağlıyordum. Sinirlerim
yıpranmıştı. Eli kollarımı sıkıca kavradığında onun yüzüne bakmak yerine kafamı
eğmiş ağlamaya devam ediyordum. Bir an nefes alamadığımı fark ettiğimde o beni
kollarımdan tutmuş sarsıyordu. “Sakin ol.” diye bağırdığında başımı kaldırıp
gözlerinin içine baktım. Siyah harelerinde kendi yıkılmış yansımamı gördüğümde
akan yeni gözyaşımla görüntü tekrardan bulanıklaştı. Ağlamamı kesmeye çalışsam
da nefesim boğazıma tıkanmış gibiydi. Elleri kollarımdan kopup yüzümü buldum.
Yüzümü iki yanından sıkıca kavrayıp gözlerini gözlerime dikti. Tüm vücudum
şiddetle titriyordu ve gözyaşları durmadan yanaklarımdan süzülüyorlardı.
“Nefes al.”
Alamıyordum. “Şimal.” Adımı söylediğinde irkildim. “Nefes al, hadi.” diye
sessizce mırıldandığında gözlerinde gördüğüm sıcaklığa tutunup sakinleşmeye
çalıştım. “Ben…” konuşmaya çalışsam da boğazımda takılan nefes izin vermiyordu.
“Konuşma. Sadece derin nefesler al tamam mı?” başımı sallamaya çalışsam da
yüzüm onun sıcak ellerinin arasındaydı. Kesik kesik nefes almaya başladığımda
başını aşağı yukarı sallamaya başladı. “İşte böyle.”
Titremem
şiddetini kaybetse de varlığını koruyordu. Yüzüm onun elleri arasında gözlerim
onun harelerindeydi. Bana nasıl nefes alınacağını öğretmek istermişçesine derin
nefesler alıyordu. Ona ayak uydurmaya çalışırken ağlamam iç çekişlere
döndüğünde ellerini yavaşça yüzümden çekti. Gözyaşları soğuk havayla yüzümde kurumuşlardı.
Şimdi boş gözlerle karşımdaki adama bakıyordum. Uzaklardan konuşma sesleri ve
adım sesleri gelmeye başladığında korkuyla gözlerimi ormanda gezdirdim. Elini
omzuma koyduğunda gözlerimi ormandan çekip tekrar onun yüzüne çevirdim. “Bu
ormandan çıkacağız. Birlikte ve sağ salim.” Sesindeki kararlılık içimde ona güvenmemi
söyleyen tarafı perçinledi. Ona güvenmek istiyordum, başka çarem yoktu.
“Hadi
gidelim.” dediğinde zihnimde dolanan soruları bir kapının ardına itip onlara
biraz daha zaman verdim. Onların da sırası gelecekti.
Kenara
çekilip önünü işaret ettiğinde hızlı adımlarla yürümeye başladım. Nefesim yavaş
yavaş eski halini almaya başlamış, iç çekişlerim yok denecek kadar azalmıştı.
Sinir krizinin eşiğinden döndüğümün farkındaydım. Onun beni takip ettiğini
karda çıkardığı adım seslerinden anlayabiliyordum. Benden biraz daha hızlı
yürüdüğü için kimi zaman yanımda yürüyor, bazen önüme geçecek gibi olsa da çok
geçmeden arkada kalmayı başarıyordu. Arkamdan gelmesinin içimi rahatlattığı bir
gerçekti. Çünkü boğazıma kadar tırmanmış korku küçük bir dal kırılma sesinde
bile boğazımı sıkıyordu.
“Bana bir
araba lazım.” diye konuşmaya başladığında adımları kesip omzumun üstünden ona
baktım. Telefonla konuşuyordu. Arabasını orada bıraktığını hatırladığımda beni
bırakıp kaçabileceği halde peşimden ormana girmesi zihnimde yeni bir soru
doğururken onu da diğerleri gibi kapının ardına ittim.
“Tamam, on dakikaya ormanın çıkışına varmış
oluruz.” Telefonu kapatıp cebine koyduğunda kendimi tutamayıp “Yerimizi nereden
bilecek? Adres söylemedin.” diye sordum. Konuşmamı beklemiyor olacak ki bana
birkaç saniye bakıp önümden yürümeye başladı. Cevap vermeyeceğini düşünmeye
başladığım sırada “Telefondan.” diyerek beni yanılttı.
Birkaç
dakika geçmemişti ki adımları aniden durdu. Ona çarpmadan ben de hemen
adımlarımı kestim. “Telefonunu ver.” Elini bana doğru uzattığında kaşlarımı
çatarak ona baktım. “Ne?” diye hayretle sordum. “Telefonunu ver diyorum.” diye
bıkkın sesle cevap verdiğinde bir şeyi ikinci kez söylemekten memnun değilmiş
gibiydi. Bu sefer de “Neden?” diye sordum. Bana ters ters bakmaya başladığında
irkildim. “Çok soru soruyorsun. Bir bildiğim var herhalde. Ver şunu.” İstemeye
istemeye telefonumu çıkarıp avucunun içine bıraktım. Ne yapacağını izlerken
telefonumu hızla ağaca vurmasıyla gözlerim kocaman açıldı. Bu adam ne yapıyordu
böyle? Defalarca telefonumu sert bir şekilde ağaca vurmuştu. “Ne yapıyorsun
sen?” diye bağırdığımda işi bitmiş olacak ki telefonumu öylesine bir yere
fırlattı. “Bizi bulmalarını engelliyorum.”
Tekrardan
yürümeye başladığında arkasından öylece bakıyordum. Kelimeler ağzıma
tıkılmıştı. “Gelmeyi düşünüyor musun?” diye seslendi. “Az sonra burada
olurlar.” Koşar adım ona yetiştiğimde sorularımı tekrar ve tekrar görmezden
geldim. Güvenli bir yere ulaştığımda hepsini soracaktım zaten. Ben soracaktım
ama o cevap verecek miydi? İşte bundan emin değildim.
Uzaklardan
adamların sesini duyduğumda ikimizde adımlarımızı hızlandırmıştık. Hava yavaş
yavaş kızıla boyanırken güneşin batmasının yakın olduğunu anladım. Karanlık
çökmeden buradan çıksak iyi olacaktı.
Hava
soğumaya başlamıştı, rüzgâr daha sert esiyordu. İçten gelen bir titremeyle
titrediğimde kollarımı vücuduma dolayıp biraz da olsa ısınmaya çalıştım. Boğazımdan başlayan ağrı suratımı buruşturmama
neden oldu. Hasta olmak şu an isteyeceğim şeyler arasında değildi. İstemsizce
aklıma otobüsteki teyze geldi. Ona eve gidince sıcak bir şeyler içeceğimi
söylemiştim. Eve gidebilseydim içecektim de. Bahsettiği tarhana çorbasını
hatırladığımda annemin tarhana çorbası pişirdiği günlerde evi saran o kokuyu
duyar gibi oldum. Özlemle doldu ciğerlerim.
Kollarımla
kendimi ısıtmaya çalışıp yürümeye devam ederken görüş açımıza giren ana yolla
biraz da olsa rahatladığımı hissettim. Kenara park edilmiş arabayı gördüğümde
istediği arabanın o olduğunu tahmin etmiştim. Ama etrafta kimse gözükmüyordu.
Tam ben bunları düşünürken onun telefonu çalmaya başladı. Telefonu açıp
kulağına götürdüğünde biz de yol kenarına kadar gelmiştik.
“Tamam.”
deyip telefonu tekrardan cebine koydu. Arabanın yanına geldiğimizde beklentiyle
ona baktım. “Bin.” deyip sürücü tarafına dolaştığında gözlerimi devirip arabanın
ön koltuğa bindim. Çok fazla emir veriyordu ve ben de çok fazla onu dinliyordum.
Arabanın anahtarlarının üzerinde olmasına kaşlarımı çatmış bir şekilde bakarken
içimden sormak gelse de susmayı tercih edip önüne döndüm.
“Kemer.”
diye uyardığında hızla kemerimi taktım. Ben takarken o arabayı çalıştırmıştı ve
hızlı bir şekilde ilerlemeye başlamıştık. Onun konuşmaya niyeti yok gibiydi.
Tüm dikkatini yola vermiş, çatık kaşlarıyla bir şeyler düşünüyor gibiydi.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordum daha fazla dayanamayarak. Bir sorunun firar
ettiğini gören sorular bir anda beynime doluşmuştu sanki. Gözlerini yoldan
çekmeden “Güvenli bir yere.” dedi.
Koltukta
doğrulup ona doğru döndüm. Susmaya niyetim yoktu. Başlamıştım bir kere. “Sence
de bana bir şeyler açıklaman gerekmiyor mu?” yüzüme dik dik baktı ve “Hayır.”
diye cevap verdi. Yüzünün ortasına bir tane geçirme isteğiyle dolup taşıyordum.
İçimdeki öfkeyi ona kusmak istiyordum ama dudağımı dişleyip kendimi engelledim.
“O zaman beni kalabilecek yer bulabileceğim bir yerde indir.” diye söylendim.
Sesimi her ne kadar sakin tutmaya çalışsam da sinir kırıntıları seçiliyordu.
“Seninle daha fazla bir arada kalamam. Kim olduğunu bilmiyorum.”
Başını bana
çevirip tam gözlerimin içine baktı. “Arabanın yanında arkanı dönüp giderken de
içinden böyle geçiriyordun diye tahmin ediyorum. Ama hâlâ yanımdasın. Yanılıyor
muyum?” sözlerinin gerçekliği beni bozguna uğratırken ne diyeceğimi bilemedim.
Haklıydı. Ormanda yürürken halimden şikâyetçi gibi durmuyordum. Değildim de. Dudaklarımı
aralayıp tekrar kapamak zorunda kaldığımda alayla gülümsediğini gördüm. “İndir
beni.” Sinirle soludum. Artık saklama gereği filan görmüyordum. Sinirliydim
işte.
Başını
tekrardan benden tarafa çevirip yüzüme bakarak “Saçmalama.” dedi. Önüne
dönerken konuşmaya devam ediyordu.
“Telefonun yok. Yanında pansiyona verecek kadar para olmadığına bahse
girerim. Peşindeki adamlar da hâlâ pes etmedi.” Durdu. “İnip de ne yapacaksın?”
Bir gerçeği
daha yüzüme vurduğunda ona sırtımı dönüp başımı koltuğa yasladım. Pes etmiştim.
Başka çarem de yok gibi gözüküyordu. Gözlerimi cama diktim ve kayıp giden
asfaltı izlemeye başladım. Aslında bu bir pes ediş değil, kabullenişti.
Çaresizlik çarmıhına gerilmiş ruhum ilk önce o çarmıhın varlığını
kabulleniyordu.
Yorulmuştum.
Zihnimde dönen düşünceler, ardı arkası kesilmeyen olaylar ve onlardan doğan
onlarca soru…
Bu sabah
evden, duvarlara eşyalara sinen anılar üzerime geldiği için çıkmıştım. Nefes
alabilmek için. Ama almak istediğim nefes boğazıma takılmış da nefesimi kesiyor
gibiydi.
Adamların
benimle derdi neydi? Gerçekten bu konu hakkında aklımda en ufak bir fikir bile
yoktu. Kimseyle bir sıkıntım, doğru dürüst bir konuşmuşluğum bile yoktu.
Dershane-okul arası gidip geliyordum. Arada Zeynep’le ve mahalleden birileriyle
konuşuyordum, o kadar.
Zeynep
aklıma düştüğünde en yakın zamanda onu aramam gerektiğini kendime hatırlattım.
Beni arayıp ulaşamayınca endişelenecek bir tek o vardı hayatımda. Ayrıca ev
konusunda onu uyarmalıydım.
Dakikalar
ilerlerken arabanın içindeki sessizlik beni boğmaya başlamıştı. Ses olmadıkça
zihnimdeki sesler çoğalıyormuş gibiydi ve baş ağrım katlanılmaz hale gelmişken
o seslere dayanamıyordum. Araba toprak yola girmiş, sarsılırken “Adın ne?” diye
sordum. “En azından onu söyleyebilirsin bence.”
Araba
yavaşça dururken ellerini direksiyonda çekip bana döndü. “Adım Berzah.” dedi
tek düze sesiyle ve kapısını açıp dışarıya çıktı. “Berzah” diye kendi kendime
mırıldandım. “Bilinmeyen adam.” Sonra kendi kendime alayla gülümsedim.
“Birisi.”
Kapımı açıp
dışarıya çıkarken arabanın içindeki ısıtıcıyla gevşeyen bedenim soğuk havayla
irkilmişti. Titreyen çenemi sabit tutmaya çalışırken kollarımı bedenime
doladım. Soğukla ilk karşılaştığımda alışana kadar çenem titrerdi ve bundan
hoşlanmıyordum.
Gözlerimi
etrafta dolaştırdığımda aklıma ilk düşen bir köyde olduğumuzdu. Temiz havası,
birbirine yakın evleri, toprak yoluyla burası köy kokuyordu.
Berzah tahtadan
yapılmış eve doğru giderken onu takip etmeye başladım, bir yandan da etrafı
incelemeye devam ediyordum. Evin tahta merdivenlerini çıktığımızda geniş bir
balkona çıkmıştık. Berzah kapıyı çalarken arkasından öylece dikiliyordum.
Delirmiş olmalıydım. Tanımadığım bir adamla aynı eve sorgusuz sualsiz girmek
üzereydim. Başıma bir şey gelse peşime düşecek Zeynep’ten başka kimse yoktu,
onun da başarılı olabileceğini sanmıyordum. Gerçi bugün bana hiçbir kötü
harekette bulunmamıştı. Zararı değil, yararı olmuştu. Ama yine de ona tamamen güvenemezdim, onu
tanımıyordum.
Kapı
gıcırdayarak açıldığında başka bir genç adam karşımızdaydı. Berzah yaşlarında
gözüküyordu ama ondan daha yumuşak yüz hatlarına sahipti. “Sonunda geldiniz.”
diye mırıldandığında ses tonundan bizi beklediği anlaşılıyordu. “Sizi
bekliyorduk.” Sonundaki çoğul ekiyle başka birinin ya da birilerinin olduğunu
anlamış oldum. “Harika!” diye geçirdim içimden. Bir tane bilinmeyen adam
yeterken birkaç tane çıkmıştı başıma.
Sıkıntıyla
soluyup ayakkabılarını çıkarıp içeriye giren Berzah’ı izledim. Botlarımı
çıkarıp içeriye almaya hazırlanırken bize kapıyı açan adını bilmediğim adam
“Şimal, Berzah’ınkileri de alır mısın?” diye seslendi. Kaşlarım hızla çatıldı.
Bu adam da mı ismimi biliyordu yani? Aklıma ormanda Berzah’ın da ismimi
söylediği geldiğinde o anın şokuyla es geçtiğimi fark ettim. Vücudum kuşkuyla
titredi. Bu insanlar benim ismimi nereden biliyorlardı? İçeri geçince
sorgulamaya karar verip Berzah’ın botlarını da alıp içeriye geçtim. Kendi niye
almıyorsa diye içimden söylensem de şu anki durumda en saçma soru bu olacağı
için en gerilere itilmişti bile.
Ayakkabıları
ayakkabılığa bırakıp ne yapacağımı kestirmeye çalışırken adını bilmediğim adam
yine seslendi. “İçeriye gelsene. Kabanını oraya asabilirsin.” Delirmeme az
kalmıştı. Kırk yıldır beni tanıyormuşçasına, konuşurken ki bu samimiyet de
neydi? Tekrar ve tekrar sıkıntıyla soludum. Kabanımı çıkarıp askıya asarken kendime
sakin olmam gerektiğini telkin ediyordum. Üzerimdeki kazağı düzeltip seslerin
geldiği kapıdan içeriye girdiğimde eskiden gittiğimiz babaannemin evi dolmuştu
zihnime.
Kapının
karşısındaki köşede bir soba yanıyordu ve içerisi sobanın kendine has
sıcaklığıyla bezenmişti. Yerdeki hasır ve soluk renklere sahip halıdan,
kenarları aşınmış kahverengi koltuklarına, iki büyük koltuğun arasındaki köşede
duran tahta dolabın üzerindeki tüplü televizyona kadar burası babaannemin evine
benziyordu. Genel olarak düzeni farklı olsa da odada hâkim olan hava aynıydı. İstemsizce yüzümde bir tebessüm doğduğunda
içerideki insanlara göz gezdirince dudaklarımda tebessüm ilk önce dondu, daha
sonra yavaşça kayboldu ve sonunda dudaklarım eskisi gibi düz bir çizgi halini aldı.
Berzah ve bize kapıyı açan adam haricinde içeri de bir kız daha vardı. Benimle
yaşıt ya da benden birkaç yaş küçük duruyordu. Bir bilinmeyene iki bilinmeyen
daha eklenmiş olmuştu.
“Otursana.”
Yine kapıyı açan adam konuştuğunda artık dayanamayacağımı fark ettim. Onu
dinlemedim ve tahta kapının yanında dikilmeye devam ettim. “Siz kimsiniz ve
beni nereden tanıyorsunuz?” bir çırpıda kafamdaki sorulardan en yüksek sesle
bağıranını söylediğimde benim aksime onların rahatlıkları beni deli etmek
üzereydi. Bu odada gergin olan bir tek ben gibiydim. Kapıyı açan adamın yanında
oturan kızın da yüzünde biraz endişe var gibiydi, gözlerime bakamıyordu. Ama
diğer ikisi gayet rahatlardı. Fazla rahat.
“Bu sorulara
cevap vermezseniz gideceğim.” Sinirle söylendim. Onlar kaşımda bu kadar rahat
oturdukça eve girerken üzerimde olan sakinlik beni terk ediyordu.
“Şimal önce
sakin ol ve gel otur.” Berzah’ın yanını işaret ettiğinde ona ters ters bakıp
köşedeki tekli koltuğa oturdum. Her adımı söylediğinde daha çok
sinirleniyordum. “Ben Asaf.” diye söze başladığında “Ben de Şimal demek
isterdim ama siz zaten biliyorsunuz.” diye sözünü kestim, ses tonumdaki
rahatsız edici tınıyı anlamış olmalılardı ama görünüşe göre tek rahatsız olan
kızdı. Kıza baktığımı fark edince “O da Leyal.” diye ekledi. Leyal isminin
söylenmesiyle gözle görülür bir şekilde irkilmişti.
“Biz senin
iyiliğini istiyoruz. Senin düşmanın değiliz.” Sözleri karşısında gözlerimi
devirdim. Benimle dalga mı geçiyordu? Bunu zaten ben de tahmin edebiliyordum.
Gözlerim istemsizce Berzah’a kaydığında dikkatli bakışlarla beni süzdüğünü
gördüm. Rahatsızca oturduğum yerde doğruldum.
“Bakın.
Beni nereden tanıdığınızı, neden yardım ettiğinizi, kimler olduğunuzu, o
adamları…” sözümü kesen odada yankılanan telefon sesi olmuştu. Berzah’ın
telefonuydu. Odaya sessizlik çökmüştü. Berzah herkes ona bakarken telefonu açıp
gözlerini yere dikti ve telefondaki kişiyi dinlemeye başladı. Yüzündeki ifade
değişirken gözleri yavaşça yerden kopmuştu. Gözleri benim yüzümü bulduğunda
gözlerimiz birleşti. İçime korkunç bir his yayıldı ve kaburgalarımın arasına
yerleşti.
“Arkadaşın.”
Sesi odadaki sessizliği dağıtırken içimde bir şeyleri devrildiğini hissettim. Hızla
oturduğum koltuktan kalktığımda ellerim titremeye başlamıştı. “Zeynep.” İsmi istemsizce dudaklarımın
arasından çıkarken içime yayılan korku bugün ormanın içindekinden çok daha
farklıydı. Tam kalbimde hissediyordum.
“Evine
girmek üzere.” Kalbim korkuyla çırpınmaya başladığında “Bana telefon verin.” diye
bağırdım. Sesim titriyordu. Elime tutuşturulan telefona titreyen parmaklarımla
onun numarasını girerken onu daha önce aramadığım için kendime defalarca
kızdım. Telefonu kulağıma dayarken geçen saniyeler korkumu perçinleniyordu.
“Alo.” Onun
sesini duyduğumda telaşla “Zeynep.” dedim. Devam etmeme izin vermeden konuşmaya
başlamıştı bile. “Neredesin sen ya? Telefonlarımı açmayınca evine kadar geldim
bu saatte. Hadi kapıyı çalan benim, aç ka…” sözünü kesip titreyen sesimle
konuşmaya çalıştım. “Zeynep uzaklaş oradan. Eve girme sak…” duyduğum
patırtılarla korku boğazıma kadar tırmandı. “Siz kimsiniz?” Zeynep’in endişe
dolu sesini duyduğumda gözlerim kararır gibi oldu. Arkadan adam sesleri
duyulmaya başladığında telefon yere düşmüş olmalı ki bir patırtı koptu.
“Bırakın beni.” diye bağıran Zeynep’in sesiyle dudaklarımdan bir hıçkırık
koptu. “Zeynep.” diye bağırdığımda cevap karmaşık seslerden başka bir şey
değildi. “Şimal nerede?” onun sesinden adımı duyduğumda daha fazla dayanamayıp
çaresizlikle arkamdaki koltuğa çöktüm.
Aynı
saniyelerde kulağımda bir el silah sesi yankılandı. Elimdeki telefon tahta
zemine düşerken içimde korkunç bir karmaşa koptu. Duygular zihnime devrilirken
ruhum çaresizlik çarmıhını kendisi için ateşe verdi.
7 Temmuz 2017 Cuma 01:59
Devamı gelecek...
Yorumlar
Yorum Gönder